Anksiyete ile Yaşam

Yaşam zaten zor. Zor mu? Tamamen bakış açısına bağlı, her şeyi olduğu gibi kabul edebilirsen belki de çok basit. Her neyse bu başka bir yazının konusu…Peki anksiyete ile yaşam? Bu konuda bu güne kadar neden yazmadım diye düşündüm dün. Bunu düşünmeme sebep olan iki şey çok uzun süredir anksiyete ile yaşamam ve çok yakın bir arkadaşımın şu an anksiyete atakları yaşaması.

Başlayalım o zaman.

Öncelikle anksiyete nedir? Kelime anlamı “kaygı”. Türkiye’de herkesin sahip olduğu şey diyebiliriz evet; ama bu kaygı öyle bir kaygı ki, sanki kaygı duyduğun olay olmuş da dünya başına yıkılmış ve sen çaresiz kalmış gibi hissediyorsun.

Peki ben anksiyete yaşadığımı ne zaman fark ettim? Aslında yaşamaya başladıktan çok çok çok uzun süre sonra onlarca psikolog ve psikiyatri randevusundan sonra, hatta kanser olduktan sonra fark ettim.

Türkiye’de çoğumuz anksiyete atakları yaşıyoruz aslında, çünkü belirsizlik çok. Kişisel olarak da kaygılar var, toplumsal kaygılar var ve bunlar birleşince vücudumuz alarm vermeye başlıyor aslında. Sorunun ne olduğunu bulana kadar farklı farklı alanlarda doktorlara gidiyoruz.

Benim anksiyete ile tanışmam annemin kaybından sonra başlamış, şimdi anlıyorum… O zamanlar gencim, annemi kaybettikten sonra geceleri ani kalp çarpıntıları ile uyanmaya başladım. Artık anksiyeteyi çok rahat tanımlayabiliyorum. Bir sorunu tanımlayabilmek onun için çözüm bulmanın birinci adımı aslında.

Ne oluyor anksiyete atağı geldiğinde? Tabi ki kişiden kişiye fark ediyor. Ben kendi yaşadığım versiyonunu anlatıyorum. Benim yaşadığım versiyonda önce kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlıyor, henüz olmamış şeylerin binbir versiyonunu ve hep olumsuz sonuçlarını düşünüp duruyorum. Sonra göğsüme öküz oturmuş gibi oluyor, nefes alamıyorum ve en sonunda ağlama krizlerine giriyorum, ağlamamı durduramıyorum.

Eskiden yavaş yavaş gelişen olumsuzluklar da, ani gelişen durumlar da bendeki anksiyete ataklarını tetiklerdi. Artık öyle değil, olduğu zaman da atağın süresi çok çok daha kısa. Peki ne değişti? Ne mi değişti? 🙂 İki kere kanser geçirip hayatın aslında şu an olduğunu idrak ettiğimden beri artık olmayan şeylere kafayı takmayı bıraktım. Peki hep böyle mi olmak zorunda? Yani insanoğlunun akıllanması için illa deneyim şart mı? Sanırım şart.

Yazının en başında bir arkadaşım şu an anksiyete atakları yaşıyor, onun için yazmak istedim dedim ya…Dışardan olaya müdahale edip düzeltememek çok kötü bir şey. Kişinin kendi kendine ayağa kalkması gerekiyor. Kendi kendine ayağa kalkabilmek için de neyin iyi geldiğini keşfetmek gerekiyor.

Ben boşanma aşamasında iken her gün çıkıp yürüyordum. Müziğimi kulağıma takıp sadece müziğe ve adımlarıma odaklanaraki etrafa hiç bakmadan… Bunu bilerek yapmıyordum ama sonradan öğrendim ki uzmanlar da benzer şeyler öneriyorlar. Dünyada milyonlarca deneyim sonrası ortaya çıkan şu:

  • Hareket et
  • Doğayla haşır neşir ol
  • Hayvanlarla ve çocuklarla haşır neşir ol
  • Müzik dinle
  • Resim yap
  • Değişik hobiler edin

Kısacası seni ne mutlu ediyorsa, onu yap.

Anksiyete ataklarını kısa sürede atlatmamı sağlayan en önemli faktörlerden biri dostlarım, diğeri ise evdeki can dostum Badem. Herkesin evde bir Badem’i yok, ama herkesin onu sevenleri var.

İnsan anksiyete atağını yaşarken bir nevi depresyon da yaşıyor, hiçbir şey yapmak istemiyor, dışarı çıkmak istemiyor, uyumak istiyor ama uyuyamıyor. Bir girdaba düşmüş gibi oluyorsun ve o girdaptan çıkmanın yolu genelde kendini savurmak oluyor. Kolay değil, yara almadan çıkamıyorsun; ama bir kez çıktığında yaralarını da kendin onarınca, bir daha o girdaba düşmemek için var gücünle uğraşıyorsun.

Yine boşanma aşamasında o ne olacak bu ne olacak diye sesli şekilde anksiyetemi yaşarken bir dostum bana “Artık olmamış şeyler için kaygılanmayı bırak, sen neler yaşadın, şu an var bilmiyor musun bunu?. Bu kötü bir şey olmayacak anlamına gelmiyor, ama olursa olunca düşünürsün” dedi. Çok mantıklı. Zaten mantıklı düşünmeye başlayabildiğin an anksiyeteni aşıyorsun. Bir diğer dostum da “Sen artık bu dünyevi şeyleri bırakmadın mı?” dedi. İş güç, para, sevgili, dostlar, aile elbette önemli, ancak en önemli şey sensin. Sen kendine önem verip kendini düzeltmediğin sürece çevrende olup bitenin hiçbir anlamı yok. Yani eğer fakirsen ama mutluysan, bırak ekonomik kaygıları. Bırak, gönder gitsin. Hayatı akışında yaşayınca hayatında olması gerekenler hayatına kendiliğinden giriyor ve olmaması gerekenler de kendiliğinden gidiyor.

Size anksiyeteyi kontrol altına aldığım, kontrol altına aldığımı fark ettiğim ve kendimle gurur duyduğum bir anımı anlatacağım şimdi:

İkinci kanserimden önce arabayla Maslak’a doktora gidiyorum, klasik sabah trafiği, doktor çok yoğun, ben geç kalıyorum… Birden kalbim gümbür gümbür çarpmaya başladı, kalp krizi geçireceğim sanki. Kendi kendime dedim ki; “Şebnem, şu an kalbinle ilgili bir sorun yok, sadece hastalığın tekrarladı diye endişe ediyorsun, doktora geç kalmak da değil sorun. Şimdi hemen doktorun asistanını ara ve geç kalacağını söyle, çarpıntın geçecek.” Sonuç; aradım söyledim ve çarpıntım geçti. Kaygı duyduğum şey başıma geldi mi? Evet, hepinizin bildiği gibi geldi. Peki hastalık haberimi aldığımda ağlamadım mı? Kaygı atağı yaşamadım mı? Yaşadım. Yarım gün ağladım, ama günlerce ağlamadım. Sadece yarım gün ağlayarak bu durumu atlatmak bir anksiyete hastası için büyük başarı. Zaten kim olsa ağlar.

Kısacası, kaygı yani anksiyete başlı başına bir hastalık olduğu gibi başka hastalıklara sebep olur dostlar. Bunu okuyup da daha çok yarın ne olacak, ben iyileşemeyecek miyim kaygısına düşmeyin….

YARININ OLDUĞUNU KİM BİLİYOR Kİ?

♥ Sevgiyle kalın

Leave a Reply